Yakut gibi çay, tavşan kanı değil bir bardak yakut kıvamında çay... İşsizlik, parasızlık, günlük hayatın sıkıntıları, bir türlü bitiremediğim tez, sorun üstüne sorun sorun üstüne sorun. Tüm bu sıkıntılardan kurtulmanın en iyi yolu hepsinin üstüne akşamları içtiğim bir bardak yakut rengi çayda saklı. Hem de ince bellide...
Daha ilk bardağı yudumlamadan kokusuyla kendimden geçiyorum, tüm kaslarım gevşiyor. Sanki koca gün boyunca sıkılan ben değilim. Dünyadan yana hiç derdim yokmuş gibi, dünyaya dair ne kadar derdim varsa çayın dumanına katılmış onunla birlikte uçup gidiyor. Hele bir de içine bergamot katmışsan... Ben iki kaşık çaya yarım kaşık bergamot katarım. Onun keyfine diyecek yok. Akşam yemeği üstüne dünyadan yana tek sefam budur benim. İnce bellide çayımı yudumluyorum zevkten sarhoş olmuş vaziyet bön bön televizyona bakıyorm. Kavak yelleri diye bir dizi oynuyor.Aklımda kalan son dert tasa zerreciklerini de televizyona bakarken uçuruyorum. Boşalıyor kafam. Bir grup gencin sorunlarını izlerken televizyonda, kendi dertlerimi tümden unutuyorum. Sanki ben yaşamıyorum artık onlar yaşıyor ben de izliyorum. Bir sezon boyunca başlarına ne çok şey geliyor. Ne çok macera yaşıyorlar. Hepsinden de bir şekilde kurtulmayı başarıyorlar. Tabii senarist onlardan yana. Ana karakterlere dokunmak yok! Onlar ölseler bile senaryo çevrilir geri gelirler. Benim senarist kimden yana acaba? Onu bir türlü çözemedim. Neyse çözmebilmemin imkanı da yok zaten. Fizik sorusu değil ya bu hayat!...
Aslı diye bir karakter var; "doktor hanım". Gözüm ona takılıyor sürekli. Zaten iyice gevşemişim; sarhoş olmuşum o mavi gözleri görünce öylece kendimden geçiyorum; iç geçiriyorum. Kocaman kocaman açıyor onları. Şaşkın şakın da bakıyor...O sahneleri direkt kadrajın ortasına alıyorlar. Herşeyin ortasında mavi mavi parlayan ışıl ışıl gözler... Sanki önce gözleri yaratılmış da yüzü sonradan tasarlanmış gibi... Memleketten gelen cevizleri hacamat edip çaya katık yapıyorum. Kalori duvarı diye birşey varsa şayet; çok şekerli çay yanında bolca ceviz ile bu akşam o duvarı kafalayıp duruyorum. Kendimden geçmişim; delicesine tıkınıyorum. Aklım başka yerde ruhum başka yerde, bedenim başka yerde... Biri "sorunlar var çözülecek" diyor (bu aklım oluyor) ruhum yetişiyor imdadıma kaçtığı yerden. "Boş ver!" diyor "olacak olan ne ise olsun! bırak taşları düşsünler düşecekleri yerlere!" Bedenim kayıtsız, sadece cevizleri tüketip çay içmekle meşgul. Benliğim ortada kalmış; aklımı, ruhumu, bedenimi toplama çabasında. İşin en ilginç yanı içimde bu kadar çok şey olmasına; tüm esen bu fırtınaya bu garip savaşa rağmen, dış görünüşüm dizi izleyen otuzuna merdiven dayamış garip bir adam. Sakin sakin çay içiyor, sizi izliyor. Şimdi bana sorabilirsiniz: Hani tüm dertlerini unutmuştun, nooldu? Bilmiyoum... Bir tarafım hala onlarla boğuşuyor bir tarafım hayatından memnun.Yakut rengi çayın zevkinde buluyorum teselliyi. Ama aklım, ruhum, bedenim, bu kargaşa... Düşününce hepten zehir ediyorlar yediğimi bana. Üç kuruşluk keyfim var onu da tasalarla bilenmiş düşüncelere kurban ediyorum sonra yazmak geliyor içimden. Diyorum ki "neden olmasın, neden yazmayayım?" Yazmak da bir çeşit dertleşme yolu değil mi? Kimseye anlatamıyorsan ya da anlatacak kimsen kalmadıysa yaz. Yazdıklarınla ışık tut karanlık dünyana. Dertlerin yarasa olmuşlar benliğinin en derin mağaralarında yer edinmişler. Oradan ciyak ciyak bağırıyorlar. Işık tut onlara. Kaçışsınlar oradan. Çıksınlar gitsinler içimden. Di mi?... Di!... O zaman yaz!... En iyisi yaz. Hiç olmazsa kendinle konuşmaktan iyidir. En azından delidir demezler senin için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder